“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.”
Hakikat ehli sözün yalanını şıp diye anlar. Yalan, söyleyene zarardır söylenene
ise imtihandır. Yalan söyleyen kişinin yalanı, sahibini kıskıvrak yakalar,
boynunda yağlı urgan gibi bir ömür boyu onu darağacında tutar. Ta ki gün
gelende itiraf edene kadar…
Aşkın yoluna çıkacak kişi nevcivan
olmalı evveli, hemi de yiğit. İrfandan nasibi almamış yezit anca kendi yolunu,
kendi kuyusunu kazmaya mahirdir. Sanır ki şirretliğiyle elde eder başkasının
olanı. Adap bilmez edep bilmez ya, çirkeflikte bulur haklılık taslamayı. Böylelerine
paye biçen, kendi payesinden yer. Arka çıkan kendi hazinesinden…
Sağanak
başlamıştı hani, Şahit dağının küçük tepesi Sefere tırmanırken bırakmıştık
Feyzan’ı. Patika yolda çamura bata çıka yürüyordu Feyzan, bir yandan sepetteki
balıkları korumaya çalışıyordu, diğer yandan yağmura karşı yürümeye… Derken çarıklarından
teki çamura saplandı gitti... Ne kadar aradıysa da bulamadı. Vazgeçti sonunda
aramaktan, öbür tekini eline aldığı gibi yalınayak yürümeye devam etti. İçinden
La Havle çekmeyi de ihmal etmedi. Sabahtan beri işi hep ters gitmekteydi. Önce
Feride kızın yaptığı hala anlam vermediği hareketi, sonra başlayan sağanak,
şimdi de çarığının kaybolması… Bunlar iyiye alametler değildi… Eve varınca bir
temiz yıkanmalı abdest alıp namazını kılmalı tövbe etmeliydi… Kim bilir ne
günahlar işlemişti. Tepeye varıp yaylayı görende içi ferahladı. Yokuş aşağı
saldı kendini. Yağmurun şiddeti kesildi. Bahar rüzgârı esmeye başladı. Yaylaya
vardığında güneş açtı. Sanki her şey yolunda gidecek merak etme der gibi
gülümsedi gökyüzü. O şiddetinden eser kalmamıştı. Esip gürleyen, şimşeklerini
çakıp yıldırımları indiren yüce Tanrı rahmetinin ardından şefkatini sunuyordu
kullarına şimdi…
Seylab’ı
kapının ağzında beklerken buldu. Hemen sarıldı karısına, öptü alnından. Gün
bebesini kucakladı. Seylab buyur etti sevdiceğini içeri. Meraklı gözlerle süzdü
kocasını, bir şey söylemek ister gibiydi. Ama sırası değildi. Çamur içindeki
Feyzan’a su ısıtmalıydı. Elbiselerini yunmalıydı. Ocağı harladı, kazanı koydu
üstüne. Baktı biricik aşkının gözlerinin içine. Feyzan Seylab’ın halinden
anladı hemen, sordu “ Ne var ne oldu? “ Seylab üzgün ve bir yandan telaşlı.
“ Feride dün
gece gelmemiş evine, ormana gidecem demiş babası Haris’e. Bütün gece aramışlar,
ama bulamamışlar. Sen o taraftaydın ya, gördün mü dedim di?”
“ Gördüm ya
sorma, gölde yıkanıyordu bu sabah.”
“ İyi çok
şükür, öyleyse gidip haber ileteyim bari babası çok merak etti.” Seyirti hemen
Seylab, tuttu onu kolundan Feyzan.
“ Dur hele
sana bir diyeceğim daha var.” Deyip olanı biteni bir çırpıda anlattı Feyzan.
Seylab’ın
içi yandı bir anda. “ Eyvah” dedi.
“Ne ola ki?”
diye sordu Feyzan
“ Rüyam
çıktı, eyvah ki iftiraya uğrayacaksın sevdiğim ne yazık ki.”
“ Ne iftirası
ne diyorsun sen?”
“ Dün gece
rüyamda, sana bir atmaca saldırıyordu. Elindeki avı almak için, sen ok
fırlatıyordun ama hiç isabet ettiremiyordun. En son oku attığında bir ceylan
çıkıyor karşına ve ok ona saplanıyor. Ama ölmüyor. Atmaca kaçıp gidiyor. Sen
ceylanı kucaklıyorsun. Ona şifalı otlardan ilaç yapıyorsun. Ceylan iyileşiyor.
Seni ormanda peşine takıp eve getiriyor.”
“ Sevdiceğim
rüyan iyi güzel hayırlara çıksın inşallah da, iftira nerden çıktı hele bir
deyiver”
“ Sabırlı ol
gülüm anlatıyorum işte, eve geliyorsun ama bizim evimize değil. Feridegilin
evine, kapılarından geçerken eşiklerine basıyorsun. İşte aha burdan anladım
iftirayı. ‘Rüyada bir kapıdan geçer eşiğe basar ise kişi, iftiraya uğrar’ der
idi haminnem.”
Seylab kız
öyle temiz yürekli, öyle saf dilli, öyle iyilik meleğiydi ki, Mevlâm ona malum
ederdi, olacakları bir bir kulağına fısıldayıverirdi.
Bütün gece
ahali Feride’yi arayıp bulamayınca, Feyzan’ın balık avına çıktığını bilmeyenler
ikisinin kaçtığını düşünüp suizanda bulunmuşlardı. Hele ki Feyzan ile Seylab’ın
aşklarını çekemeyenler için bu bulunmaz bir fırsattı. Yüreğinde kötülük olana
sebep mi gerek? Bak etrafına sebepten bol ne var ortada. Küçük yerde dedikodu
kalır mı yerinde, hemencecik yayılıverdi ahaliye. Haliyle söylenti Feride’nin
babası Haris’inde kulağına da gelince...
Gözleri zaten iyi görmeyen yaşlı
Haris, ok ve yayını kaptığı gibi Feride ile Feyzan’ın peşine düştü ise de
bulamadı elbette. Ahali koca ormanda Feride’yi aradı bütün gece. Çünkü babasına
yalan söyleyen Feride, Feyzan’ı takip edip peşinden Sebile gölüne kadar gelmiş,
geceyi bir ağacın dalları arasında geçirmişti. Feride’yi aramaya çıkanlar ise ne
ormanda ne de sonra gittikleri şehir yolunda Feride’yi bulamamışlar, boşa vakit
harcayarak gerisin geri Acun iline eli boş dönmüşlerdi.
Haris
kızgınlığından önüne çıkana sövüp sayıyor, elindeki okları ha bire fırlatıp
duruyordu. İyi göremeyen gözleri hareket eden her şeyi vuruyordu. Yanındakiler
onu bırakıp gittiler, yoksa elinden bir kaza çıkacaktı. Nitekim Sebile gölünün
kenarında yağmur altında ağlayıp duran Feride, çamurun içinde uyuya kalmış
neden sonra yağmur dinince uyanıp köyün yolunu tutmuştu. Üstü başı öyle feciydi
ki kim görse onu tanıması mümkün değildi. Hırsından her önüne çıkana ok atan
Haris, bilmeden kendi kızını kaba etinden okuyla vuracaktı. Can havliyle
bağıran Feride’ ye yine babası sahip çıkacak onu sırtında taşıyarak Acun iline
getirecekti.
Yarası ağır
değildi Feride’nin. Ama kan kaybettiğinden yolda gelirken bayılmıştı. Gözleri
iyi görmeyen yaşlı Haris kızını takati tükeninceye kadar sırtında taşımıştı.
Köyün girişinde düşmüş, oracıkta can vermişti Haris. Köylülerden kimi Haris’e
kimi Feride’ye koşmuşlardı. Haris için yapacak bir şey yoktu. Öfkesinin ve
zalimliğinin serencamı buydu. Yine de babalık görevini canı pahasına yerine
getirmişti, kızını kurtarmak için didinmişti…
Feride’yi
evine taşıdılar hemen. Kadınlar su ısıttılar, yıkadı yundular temizce. Bir
çorba kaynattılar ki ısına. Titriyordu Feride, dişleri birbirine vuruyordu.
Üstünü iyice örttüler. Birkaç kaşık çorba içirdiler. Sayıklıyordu Feride,
ağlıyordu bir taraftan. ‘Azap, Azap’diye…
Acun ilinin
yaşlıları bir araya toplandı. Azap’ın yerini bilen var mıydı? Gelip ablasına
sahip çıkmalıydı. En son kimin onu nerde gördüğü araştırılıp soruldu. Azap’ın
bir arkadaşı vardı köyde, Şerefhan. Bulunup getirildi, Azap’ın yerini bilip
bilmediği soruldu. Tek başına yaşayan, bir ayağı sakat garibandı Şerefhan.
Gizliden gizliye Feride’ye yanardı. Yanardı ama kendine, dışına hiç
sızdırmazdı. Azap ile Feride’nin çocukluktan beri arkadaşıydı. Onların
çektiklerine üzülür ama elinden hiçbir şey gelmediğinden bir köşede onları
uzaktan korur, onlar için dua eder dururdu. İşte şimdi iş başa düşmüştü. Azap’ı
bir tek o bulabilirdi. Hemen düştü yola…
Feride
ateşler içinde yanıyordu. Kadınlar ne yaptılarsa kar etmiyordu. Köyün erkekleri
sevabına yaşlı Haris’in cenaze namazını kılıp defnettiler mezarlığa. Ölenin
ardından kötü konuşulmaz ya, haklarını helal ettiler, sessizce dua okuyup
gittiler…
Kadılardan
biri, “ Başka çaremiz yok “ dedi. “Gidip Seylab’a haber verelim, yüzümüz yok
ama onu buraya getirelim. En famm-i nazif ağız ( temiz dil, kirlenmemiş ağız)
onunkidir aramızda. Hiç kimse için kötü konuşmamış, gıybet etmemiş, dedikoduya,
suizana bulaşmamıştır hiç. Gelip bir okuyuversin Feride kıza.” Kadınlar
başlarını salladılar. En yaşlı olanı, “Ben gider konuşuram o vakit, beni kırmaz
Seylab kız, gebedir hemide. Allah kabul eder onun duasını.” Dedi yollandı
Seylab’ın evine.
Seylab hiç
ikiletmedi yaşlı kadının sözünü, koştu Feride’ye hemen. Baktı yarasına,
ateşine, havale geçiriyordu Feride. Kadınlara şifalı otlardan toplattı,
kaynattı, sonra yarasına sürdü. Okudu bildiği bütün şifa ayetlerini. Sabaha
kadar başında bekledi. Sabah olunca gözünü açtı Feride, karşısında Seylabı
görünce eline sarılıp öptü. Af diledi ondan. Gücünün yettiğince anlattı yapıp
ettiklerini, tövbe etti usulünce…
Şerefhan
buldu Azap’ı gittiği yerde. Kapıp getirdi onu ablasının dizinin dibine.
Kötüler
yaptıklarından pişman olanda, iyiler hep af edicidir. İyilik bunu gerektirir.
Yeter ki, günahını bilen ‘her’ kişi tövbe ederse olur birer ‘er’ kişi…
Her masal
bize bizi anlatır, kendi dilince kendince… Masaldır gelip geçer ya, dinleyip
unutulursa masal olur uçar. Amma bir kez okununca “hiç bilenle bilmeyenler bir
olur mu*” kavlince kalır boynumuza
vebali, sürer bir ömür boyunca…
Okuyan da
sağ olsun okumayan da.
*Zumer suresi 9. Ayet.
BİTTİ
“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” Hakikat ehli sözün yalanını şıp diye anlar. Yalan, söyleyene zarardır söylenene ise imtihandır. Yalan söyleyen kişinin yalanı, sahibini kıskıvrak yakalar, boynunda yağlı urgan gibi bir ömür boyu onu darağacında tutar. Ta ki gün gelende itiraf edene kadar…
Gözleri zaten iyi görmeyen yaşlı Haris, ok ve yayını kaptığı gibi Feride ile Feyzan’ın peşine düştü ise de bulamadı elbette. Ahali koca ormanda Feride’yi aradı bütün gece. Çünkü babasına yalan söyleyen Feride, Feyzan’ı takip edip peşinden Sebile gölüne kadar gelmiş, geceyi bir ağacın dalları arasında geçirmişti. Feride’yi aramaya çıkanlar ise ne ormanda ne de sonra gittikleri şehir yolunda Feride’yi bulamamışlar, boşa vakit harcayarak gerisin geri Acun iline eli boş dönmüşlerdi.
*Zumer suresi 9. Ayet.
BİTTİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder