28 Mart 2017 Salı

BÜYÜKLERE MASALLAR / SEYLÂB İLE FEYZAN -V. Bölüm

Teeddüp eden kişi nadan olur yârine, bakamaz yüzüne var ise biraz edebi. Cahil ise bilmez ne kendini ne de haddini. Nafiledir hayâsıza yırtılmışsa eğer ar namus perdesi. Adap dağını aşan kalakalır bir başına halk arasında. Cühelanın serencamı nice olur Münker ile Nekir karşısında?

Hırs tamah ile bir araya gelir ise, göz görmez kulak işitmez olurmuş. Kişi hep kendini haklı bulurmuş. ‘Varsa da bende olsun, yoksa da bende.’ der dururmuş. Çağırırmış peşin sıra kıskançlık hevesini. “Diline, eline, beline hâkim olamayan”* sefalet batağında çırpınırmış durmadan. Hakka karşı gelen nerden bulur belasını? Tabi ki Hızır olandan… İftira, atan kişiye geri döner bumerang gibi; kötülük edenin, kötülükle biter işi. Ateş yanmakla fayda verir ya, sönmesi gerekir işi olmayınca…
Feride’nin yaptığına çok sinirlenen Feyzan, balık sepeti bir elinde ayakkabıları öteki elinde hışımla daldı ormana. Hiç yoktan ıslandığına mı yansın, kızgınlıkla oltasını kırdığına mı, yoksa bir deli kızın oyuncağı olduğuna mı bilemedi bir süre. Anlam veremedi Feride’nin hareketine. Aklı gebe olan karısı Seylâb ve kızı Gün’deydi zaten. ‘Allah’ından bulsun’ deyip ilendi ilenmesine ama karısına daha da özlem duydu bir anda. Seylâb kızardı şimdi yanında olsa. İstemezdi kimsenin kötülüğünü o. Karıncayı bile incitmeden yürürdü yolda.
“Hak adildir.” derdi her zaman. “ Kimsenin hesabını koymaz Yaradan kimsenin yanına.”
‘Seylab’ım’ diye geçirdi içinden, ‘özlemimsin sen.’
Bir geceyi bile ayrı geçirmeyi istemezdi Feyzan. Hep yanında olsun isterdi sevdiceği. Açlığının bile farkında değildi. Karısının pişirdiği mısır ekmeğinin kokusunu duydu içinden. Elâ gözlerini gördü sanki birden, kumral saçlarının yumuşaklığını hissetti, dizlerine yatırdığında elleriyle okşadığı, parmaklarıyla taradığı uzun kumral saçlarını… İçi yandı bir anda, kötü bir şeyler olacaktı. Bir an evvel varmalı, sevdiğinin yanında olmalıydı…
Seylab’ı düşünmek iyi gelmişti ona. Geçti gitti kızgınlığı, yumuşadı yüreği. ‘Öğleye varırım’ dedi kendi kendine. Acun iline. Adımlarını daha da hızlandırdı…
Feyzan düzüle dursun yola; hırsından küplere binen Feride’nin öfkesini, Sebile gölünün buz gibi suları bile söndürememişti. Aksine soğuktan yanıyordu teni. Kıpkırmızı olmuştu bütün vücudu Feride’nin… Kimisi soğuktan olsa da çoğu kızgınlıktan… Dişleri birbirine vuruyordu, güç bela çıktı sudan. Hırsından ölmezse eğer, kesin hastalıktan ölecekti. Islak ıslak giyindi çabucak. Ateş yakacak alevi bile yoktu. Feyzan’ın kamp yaptığı yere doğru yürüdü. Belki ateş yakar ısınırım diye düşündü. Nafile, küçük yaşta baba Sorkan’dan aldığı eğitimle, kamptan ayrılmadan önce Feyzan ateşi iyice söndürmüştü. Çalı çırpı toplasa da ateş yakması imkânsızdı, içindeki alevi dışına taşırması için ejderha olması lazımdı.
Masal bu ya, Mayıs ayının ortasında hava birden karardı. Gökyüzünü kara kara bulutlar kapladı. Feyzan daha yolu henüz yarılamıştı ki sağanak yağmur başladı. Ormanı henüz bitirmiş patika yola sapmıştı. Şahit dağının küçük tepesi Sefer’in ardındaydı Acun ili. İl dediysek lafın gelişi. Bildiğimiz köy işte. Küçücük sevimlice. Yağmura rağmen durmadı Feyzan, ayakkabılarını giymişti çoktan. Ayakkabı dediğimiz de anlayın çarık gali… Eve erken gitmek için yağmur iyi bahaneydi…
Feyzan evin yolunu tuta dursun, sağanak altında kalan Feride’ye kim yardım ede? Ormana kaçsa yıldırım korkusu, göle girse yine, dağa çıksa kurtlar kapa? Kaldı mı bir başına ortada…
Hırsın, ihtirasın sonunu görelim bakalım ki ne ola?
Feride, gölün kenarında Feyzan’ın geceyi geçirdiği kıyıda, ateş yaktığı odun küllerinin tam ortasında hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Öyle haykırıyordu ki, Şahit dağı yankılanan bağırışlarını ona geri gönderiyordu. Şahit oluyordu olan bitene koca dağ. Sel olup akan yağmur damlaları değildi yalnızca. Beş yaşından beri biriktirdiği bütün öfkesiyle ilk kez ağlıyordu Feride hayatında... Öyle kırgındı, küskündü ki feleğe. İlk önce babasına, sonra da erken yaşta ölen annesine ölesiye kızgındı. Azap ile kendisini yaşlı ve geçimsiz babasıyla yalnız bırakıp giden kardeşlerine kızgındı. Azap bile dayanamamış babasının dayaklarından kaçıp gitmişti işte. Oysa onun gidecek bir yeri bile yoktu. Geceleri penceresinden Azap’ın geri dönüşünü hayal eder beklerdi, kalan tek umudu oydu. Kardeşiyle bir keresinde yıldızların altında oturmuş geleceklerinden konuşmuşlardı;
“ Abla” demişti Azap. “ Ben gideceğim bir gün haberin olsun. Kalmayacağım buralarda.” Feride’nin içi sızlamıştı. Ne yapardı Azap giderse, babasının gazabı daha da artardı. ‘Olsun ben dayanırım’ demişti içinden.
“ Git Azap. Git kurtar kendini. Ama buralarda bir bekleyenin olduğunu unutma emi.” Diyebilmişti.
Gitmişti bir sabah Azap, uyuyan ablasının yanağına küçük bir öpücük kondurarak gitmişti. Uykusunda Feride gidişinden habersiz, göremediği rüyalarında ıssızlığı seçmişti…
Ağlıyordu Feride, bütün öfkesiyle ağlıyordu. Ağladıkça daha bir çamura batıyordu. Feyzan’ın küllerinden kalan sularda katıla katıla ağlıyordu. ‘Azap’ diye ağlıyordu. ‘Gel Azap, sen gel de bitsin benim de azabım’ diye diye ağlıyordu.

5.Bölümün Sonu




* Hünkâr Hacı Bektaşi Veli

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder