Mavi bir sabaha uyandım. Mavi günlerden
kalmayım. Kahvaltımın yarısı bana bakıyor tabağımın kıyısından. El
ediyorum ona, sonra kenara itip iyice, sana bakıyorum gizlice... Senin boş
düşlerle doldurulmuş kuru fasulye tanenin mavi hayallerine balıklama dalıyorum.
Islak pamuğunda filizlenmiş öylece beni bekliyor. Yemek tabağında çimlenmiş,
güneşin doğuşunu izliyor... Başında kavak yelleri, serseri mayın gibi bir
o yana bir bu yana kendiliğinden gidip geliyor. İştahsız bu günlerde, benim
gibi... Porselen tabağında, Japon balıkçı teknesinin tam altında, çatalın yanı
başında, yarısı yenmiş bir omlet olarak susuyor... İki küçük zeytin- tuzsuz ve
buruşuk- teknenin içinde keyif çatıyor. Gülümsüyorum onlara, sonra birini
gözüme kestiriyorum ve çatalımı batırıyorum zıpkın gibi, atıyorum ağzıma...
Tadı yok hiç dilimin, damağımın... Zor yutuyorum zeytini... Boğazımda bir düğüm
var sanki inmiyor aşağıya... Soğumuş çayımla zorla itiyorum, yoksa kusacağım.
Zeytin zeytin olalı böylesi yutulmamıştı...
Bütün olup biteni unutmak için gözlerimi kapıyorum, bir
an evvel bu korkunç sahnenin bitmesini bekliyorum. Bir masa altı olsa,
saklansam çocukluğumdaki gibi, ben görmesem geçip gidecek sanıyorum.
Yanılıyorum. Mavi yağmur damlaları süzülüyor kirpiklerimden yanaklarıma, dilimle
yalıyorum tuzlu göz yaşlarımı. Sesim çıkmıyor ağlarken, sadece sicim gibi
dökülürlerken ıslatıyorlar masanın örtüsünü. Damla damla, bir tane, bir tane daha...
Durmuyor, aniden bastıran sağanak gibi yağıyor... Göl oluyor mavi tabağım,
masanın üstünde mavi damlalarım...
Yürüyorduk seninle hani, her zaman ki gibi... Bir gün
bile sormadığın günlerdendi, 'neden geliyor benimle' diye, kendi kendine. 'Bu
kadar yolu yürüyor hiç ses etmeden, sonra aynı yolu tekrar dönüyor gerisin
geriye'... Bir kere olsun 'gelme' demediğin günlerdendi... Sorgusuz sualsiz
yürüdüğümüz o günlerden...
“'Yağmur yağacak” demiştim sana. Sen dikip bakışlarını
bakışlarıma,
“Yağsın” demiştin. Ve yürümeye devam etmiştin. İnşaat
halindeki yolda, yürümüştüm peşin sıra. İlk damla düşünce başımıza,
“Islanacağız” demiştim sana, arkanı dönüp bana,
“Islanalım” demiştin.
“Peki ıslanalım” demiştim ben de.
Seni yarı yolda tek başına bırakmaktansa, ıslanalım. Sen
yeter ki bana güven, ben seninle yağmurda çamurda hep yürürüm demiştim, içimden...
Adımlarını hızlandırmıştın aniden. Ben de hızlanmıştım. Yetişmek için sana,
koşturuyordum çamurda. Pantolonum ağırlaşmıştı. Çoraplarımın içinde yüzüyordu
ayaklarım. Yağmur bizim peşimizden daha da hızlanmıştı. Öyle hızlanmıştı ki yavaşladık
biz. Bıraktık koşturmayı. Teslim olduk yağmura...
Sırılsıklam, kaçacak hiçbir yer aramadan,
iliklerimize kadar yağmur olup akmıştık... Yaz yağmurudur bu nasılsa gelip
geçer sanmıştık...
Niye diye sormadın? Bir kere bile... Hiçbir bahanem yoktu
uyduracak. Hiçbir yalanım yoktu sana söyleyecek... Yürüyorduk öylesine,
yürüyordum seninle hayallerinin peşinde. Sorsan ne derdim bilmiyorum, bir gün
gelmesem diye hiç düşünmeden seninle yürüyordum. Sahi ne düşünürdün ne
hissederdin gelmesem, ya da o gün, o mavi yağmurun altında dönsem evime
ıslanmadan, hiç bilmiyorum, hiç bilemeyeceğim bundan böyle...
Çivit mavisine takılıyor gözlerim öyle güzel ki,
yiyecekleri başka bir tabağa taşıyıp elime alıyorum porseleni... Antika bir
tablo gibi tabağı izliyorum. Kahvaltı umurumda değil artık, insan aç karnını
her zaman doyurabilir. Ama gördüğü bir güzelliği bir daha göremeyebilir. Bir
daha yaşanmayacak anlardan nasıl olur da kaçabilir? Günahı sevabı düşünmeden,
yüzmenin yasak olduğu göle bir an da atlayabilir... Ucunda ölüm olduğunu bile bile
serin sulara kendini bırakabilir.
Mavi tabağın gölgesindeki mavi fincandaki çayım bitmiş...
Boş bir dudağa götürülen boş bir dokunuşla anlıyorum şimdi, çayımı tazelemem
gerektiğini. Dilimin acısına iyi gelecek sanırım yeni bir çay demlemek...
Yüreğimin acısına kim bilebilir ki...
Mavi demliği alıyorum elime, porseleninde gezdiriyorum
parmaklarımı, senin parmakların kadar, hissiz ve soğuktu... Tedirgin
yalnızlığın kadar saf kumdan yapılmış duru beyazlığın gibi bembeyazdı. Hani
çorapsız ayaklarını ilk gördüğüm gün ki gibi. “Hiç bu kadar beyazını görmedim” demiştim
kendi kendime. Anlamışsın gibi, saklamıştın ayaklarını, oturduğun koltuğun
altına. Görememiştim bir daha ne duru beyazlığı ne de masmavi bakışlarındaki
çocuk yalnızlığını.
Mavi-Beyaz porselen demlik elimde işte güzelliğini tutuyorum
yüreğimle…
Midem ağrıyor, günlerdir bir şey yememekten, sadece çay içip düşünmekten.
Kalbime hançer saplanıyor. Yanıtını bulamayacağım sorular arıyorum, seni
aramıyorum. Aramayacağım hiçbir zaman. Bir daha karşına çıkmayacağım. Sorularımla
birlikte seni de okyanusa fırlatacağım. Belki bir gün deniz kumu olup, kahvaltı
tabağından, yiyemediğin o çok sevdiğin krepinin tam ortasından, mavi bir inci
tanesi olarak fırlayacağım, tam önünde duracağım...
Belki mavi bulutlu gökyüzünden yükseleceğim beklemediğin bir anda... Mavi
yağmur damlalarından süzülüp, mavi gök kuşağından kayacağım beyaz toprağına...
Nerede olduğunu bilemediğim mavi minelerinin içinden sızacağım canına, ta içine
doğru ılık ılık akacağım, gireceğim kanına...
Bitmez bu hikâye burda, ben düşmeden kara toprağa…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder