Yürüyordun, hatırlıyor musun? Bir gece vaktiydi, vakit
00.00 olmadan hemen önceydi. Yeni bir güne dönmeden gece daha, daha
sıfırlamadan gelip geçeni – artık neyi sıfırlıyorsa - bitirmeden uykunun gölgesinde
görülen rüyaları, zaman herkes için hızla akıyorken karanlığın koynunda, sen,
hızlı adımlarla yürüyordun bilmediğin yollarda… Korkun, yüreğinin bir köşesinde
sinmiş bekliyordu ağzından çıkmayı ve delicesine geceye haykırmayı… Oysa sen,
korkuna yenik düşmeden, usulca ağlıyordun neye ağladığını bile bilmeden… Değil
haykırmak, tek kelime bile geçmiyordu kafandan, geçmiyordu zaman, geçmiyordu
damarlarının içinde akan kan, sinende yanan kor alevleniyordu durmadan…
Soğuktan morarmış parmaklarına bakmadan, çisileyen
yağmura aldırmadan, adımlarını hızlandırıyordun an be an… Kızgın kumların
üzerinde yürüyordun sanki... Telefon ettiğinde “hemen gel” demişti sana
karşındaki… Kimdi? Neyin nesiydi? Daha kaç günlük bir tanışıklıktı sizinkisi,
hakkında ne düşünürdü bilmiyordun. Bilme lüksün yoktu, sabaha kadar kalacak bir
yere ihtiyacın vardı, o kadardı, yapacak başka bir şey yoktu, gece bir türlü
bitmek bilmiyordu…
Otobüse bindin, şoförün bakışlarını umursamadan en arka
koltuğa gidip oturdun, yaşlı bir adam ve sen… Kimse yoktu koskoca otobüste…
Evsizdi yaşlı adam büyük bir ihtimalle. Son seferden önce sıcak bir yatak
bulmanın keyfiyle, horluyordu. Beton zemindeki yatağıyla buluşmadan önce, beyaz
sakallarının arasında kaybolmuş dudaklarıyla, gülümsüyordu. Otobüs gecenin
ıssızlığında hızla ilerliyordu. Son seferini yapan şoförün, bu münasebetsiz
yolcuları bir an evvel yerlerine ulaştırmayı istemek dışında bir niyeti yoktu.
Uzun günün ardından evine varacak, yumuşak yastığına başını gömecek ve derin
bir uykuya dalacaktı. Neyse ki senin yolun yakındı. Bir kaç durak kalmıştı
inmene, otobüs durağında karşılayacaktı bekleyen seni... Bekleyen o muydu
gerçekten, yoksa bilinmezliğe seni götüren kaderin miydi? Birazcık ısınmıştı
ellerin, hızla savrulan otobüsün içinde ne kadar da biçareydin. Durağa
yaklaşınca ayağa kalktın ve düğmeğe bastın. Oracıkta indin, kimse yoktu otobüs
durağında. Şaşırdın ilkin…
Gecenin bir yarısında, bilmediğin bir semtte doğru düzgün
tanımadığın biri seni ekmişti. Oysa telefonda ne kadar da müşfik geliyordu
sesi. Nasıl da heyecanlanmıştı senin sesini duyunca, hiç tereddüt etmeden buyur
etmişti kendi evine, güven vermişti sesi… Oysa şimdi, kalakalmıştın işte bir
başına, otobüs durağında. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladın, öfke, kızgınlık ve
çaresizlikle birlikte baş başa kalmıştın. Duraktaki banka oturdun. Sabaha kadar
burada otururum dedin içinden. Üstü kapalıydı en azından, yağmur yağsa gece
ıslanmazdın hiç değilse. Sonra aklına durağın adına bakmak geldi birden. Yanlış
bir durakta mı inmiştin acaba? Sevindin, tabi ya yanlış durakta inmiştin. Bir
durak daha vardı, silip gözyaşlarını hızlı adımlarla yürüdün bomboş caddede
boylu boyunca. Ya beklemezse beni diye korkuya kapıldın. Koşar adım yürüyordun
artık. Peşinden gelen gölgeyi fark etmemiştin daha. Sen hızlanınca gölge de
hızlandı ve arkadan koşmaya başladı. Bütün cesaretini toplayıp döndün arkana
bir hışımla… Bir de ne göresin ufacık bir yavru köpekti peşinden gelen senin…
Durdun caddenin ortasında ayaklarının dibinde seni
kokluyordu, fır dönüyordu etrafında. O da senin gibi yapayalnız kalmıştı bu
koskoca dünyada. Eğilip kucağına aldın onu, sıcaklığını sevdi, yaladı senin
boynunu. Birlikte yürümeye başladınız. Sanki geceden seni koruyacak bir melek
göndermişti tanrı. Korkularından arındıracaktı seni ve sevilecektin yeniden, bu
bir işaretti güzele yönelen…
Az kalmıştı otobüs durağına, bir karaltı mı vardı orada?
Seni bekliyordu. Üşümüştü, telaşlıydı. O halinle görünce
seni bir oh çekti ve elini uzattı hemen sana… İçin ısındı bir anda ona… Hızlıca
anlattın olan biteni, neden geciktiğini... O, sen ve minik köpek yavrusu
yürüyordunuz gecenin içinde, yeni bir yola doğru… Gülümseyen su yeşili
gözleriyle, uzun kıvırcık saçlarını başıyla geri atıp elini omzuna koyduğunda “
hallederiz dedi sana…
Bodrum kattaki kiralık dairede kimseler yoktu. Finaller
yüzünden yurtta kalıyordu arkadaşları. Gelip gitmek zor oluyordu okuldan eve,
tesadüf uğramıştı o da bugün zaten evine…
“ Aç mısın” dedi sana. Açtın ama farkında değildin neye
aç olduğunun, midendeki yangın açlıktan mı öfkeden mi bilemeyecek haldeydin. “
Bir şeyler yerim “dedin.
Bir şeyler yediniz, mutfakta yumurta pişirdiniz ve sıcak
çayın etkisiyle rahatlayınca “ hadi anlat bakalım” dedi sana…
Nerden başlayacağını bilemedin. Gözlerin duvardaki resme
takılı kaldı. Sanki seni anlatıyordu. Bütün yaşadıklarının özetiydi adeta ve
senin için resmedilmişti öyle geldi o zaman sana... Söyleyecek ne kadar da çok
sözün vardı aslında. Çocukluğundan beri tüm yaşadıkların dudaklarından değil,
gözlerinden dökülmeye başlamıştı. Hiç tanımadığın bir evde, tanımadığın birinin
omzunda katıla katıla ağlıyordun. Ağzından tek bir kelime bile çıkmadan,
gözyaşlarınla konuşuyordun. Gece çok uzun olacağa benziyordu. Bir şarap açtı,
bir kaset koydu teybe, bardaklara boşalan lal gibiydi dudakların… İlk
kez duyduğun müziğin tınısında kendini buldun…
” Is there anybody out there… “ dışarda birileri var mı?" diye hıçkıran
sendin, duvardaki Edvard Munch’un Çığlık tablosundaki sen… Elektro gitarın
ağıtları senin içindi. Sen çınlıyordun kulaklarda. İlk kez sesini duymuştu
birileri ve sana bakıyordu tüm içtenliğiyle, insanca... Yumdun gözlerini,
müziğe bıraktın kendini… Gözlerinin önünde alabildiğince uçsuz bucaksız mavi
bir sümbül tarlası uzanıyordu. Küçük bir kız çocuğu koşturuyordu içinde, birden
pembe elbisesiyle sen oluyordun o kız çocuğu… Pembe bir lale olarak kalıyordun
mavi sümbüllerin içinde…
İşte bütün olan biteni açıklıyordu bu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder