Şeytan’ın ‘Ş’sinde gizlidir günahın izi. Şer ehline şöhret gerektir, şan gerektir ki şehveti kabaranda şatafatla düzüle yoluna. Şarap içen de sarhoş ola, serkeşle eğleşen de nahoş ola…
Akıl aşk’ın ‘A’sında saklıdır ya. O aklını bir’lemeyen akil olamaz asla. Hani demiş ya Fuzuli vakti zamanın zuhurunda; “ Canını canana vermektir kemali âşıkın, vermeyen can itiraf etmektir noksanına” diye. Cananda olmayacaksa can, aşk yolunda yolunmayacaksa ‘ben’den ne var ne yoksa kalan, hiç çıkılmamalı bu yola her zaman…
Şehvet
tarlasında dolaşanların çamurludur ayakları. Ne kadar yunulsa da kar etmez,
temizlenmez ruhları. İçine bakmayanın ölüdür gözü. Zuhurdakinin sureti şah olup
şahlanmış görünür böylelerine, bir maymuna benzese de nevcivandır onun indinde.
Mal, mülk hep hevâdır amma peşinden koşan çok olur hayâsızca…
Feride
sabahın kuşluk vaktinde gölde yıkanıyordu öylesine. Feyzan’ın orada
bulunuşundan bihaberdi sözde. Hem eğleniyor, hem türkü söylüyordu. Bir taraftan
da göz ucuyla Feyzan’ı gözlüyordu. Epey mesafe vardı aralarında. Ama ünlese
sesini duyuracaktı. Görünsün diye bedeni, biraz daha ortasına doğru yüzdü
gölün. Görmemiş gibi yapacaktı Feyzan’ı. Sırtını döndü güya, yıkanmayı
sürdürdü.
Feyzan bir
an evvel yeterli yiyeceği avlayıp evine gitme hevesindeydi. Karısını ve kızını
yalnız bırakmak istemiyordu. Bu yüzden Feride’yi görmedi bile. Günün bereketine
dua etti hemen, tuttuğu ilk üç balık yeterdi aslında onlara, fakat bir kez daha
denemek istedi şansını. Ne de olsa mevsim bahardı. Yağmuru bol rüzgârı kavi
olurdu. Gebe karısından, daha bebe sayılacak Gün kızından çok fazla ayrılmak
istemiyordu. Bir hafta yetecek yiyeceği sağlamaktı isteği. Oltasını hazırladı,
elinde kalan son yemleri taktı ucuna. Sarmaşıktan ördüğü sepet delinmişti. Onu
bir kenara ayırdı, tamir etmesi gerekecekti. Can havliyle çırpınan sazanlar
delmişti sepeti. Oltasını aldı eline, bülbüllerin seslerine kulak kesildi bir
süre. Gözlerini kapadı, baharın ılık, okşayıcı esintisi yüzünü yalayıp geçti. İçinde
hasret duydu, gözleri doldu. Seylab ile, Gün kız doğmadan önce birlikte
avlanırlardı. Kaç kere birlikte kamp kurmuşlar, kaç sevda yüklü geceyi Sebile
gölünün koynunda ele ele, diz dize birlikte geçirmişlerdi. Yaz gecelerinde kamp
ateşinin yanı başında oturup çırçır böceklerinin şarkılarını dinlemek,
yıldızları izlemek hatta ay ışığı altında gölde yüzmek Seylab’ın en çok sevdiği
şeylerden biriydi. Bu yüzden çok sık gelirlerdi. Sebile gölü ve arkasındaki
Şahit dağı onların ikinci evleriydi…
Haydi dedi,
duasını etti Feyzan ve oltayı saldı göle. Ama o da ne, gölde biri vardı. Güneş
tam gözüne geldiğinden kim olduğunu anlayamadı. “Kim ola ki” diye geçirdi
içinden. Bu kadar erken saatte? Önemsemedi. İşini bitirmek için acele etti.
Balıkları kaçıracaktı her kim ise. La havle çekti, vira bismillah diyerek
beklemeye koyuldu. Sazanlar bu saatleri severlerdi güneşlenmek için. Diplerde
yaşayan sazanlar, diplerde avlanırlardı. Vakit bu vakit oldu muydu güneşe âşık
olanlar çıkarlardı suyun üstüne… Kim güneşe âşık olmazdı ki?
Feride
güneşin ışınlarına doğru yüzmeyi sürdürdü. Çok üşümüştü aslında. Başka zaman
olsa çoktan sudan çıkmış, kurulanıp giyinmiş evin yolunu tutmuştu bile. Şimdi
olmazdı ama. Kendini suyun yüzüne sırt üstü bıraktı. Güneş ışınları esmer
tenini ısıtıyor, daha da bronzlaştırıyordu. Gözlerini kapadı. Yüzünü yakıyordu
güneş. Bu haldeyken içindeki yangını daha da alevlendiriyordu. Şimdi hemen
burada Feyzan’la birlikte olmayı, belki onunla yüzmeyi, hep onun yanında onun
kadını olmayı hayal etti. Mutluluk bu olsa gerek diye geçirdi içinden,
kıskançlığı arttı birden. Seylab ne kadar şanslı bir kadındı. Hayat ona
verebileceği ne varsa sunmuştu adeta. Ya kendisi? “Ne günahım vardı benim”
dedi. “Neden hep acı çekmek zorundaydım sanki? Bebe yaşımda aldı elimden
annemi. Babam bir gün olsun sevmedi beni. Bir gün başımı okşamadı. “ İçi
buruldu. Yüreği sıkıştı. Geceler boyunca yatağında tek başına ağlarken sesini
duyan olmamıştı. Zayıf ve çelimsiz bulurdu ailesi onu. Bu yüzden hiçbir iş
yapmayı öğretmemişlerdi. Kendini işe yaramaz hissederdi. Ağır işleri ablaları
görürdü evde. Kendinden üç yaş küçük erkek kardeşiyle o, bütün gün kazları
gezdirir, tavuklar ve civcivlerle meşgul olurlardı. Severdi küçük Azap
hayvanları. Kedi, köpek, kaplumbağa, tavşan nerde bir hayvan bulsa Azap’da yanı
başında biterdi. “Ah! Azap Ah! Neredesin sevgili kardeşim. Beni bir başıma
koyup sen nerelere gittin?”
Feyzan iki
balık daha tuttu oltasıyla. Beş balık, beş gün demekti. “Şükür verene, vermeyi
nasip edene.” Diye dua etti. “Demek ki hakkımız bu kadarmış bugünlük,
nasibimizi alalım ve yolumuza varalım.” Dedi içinden.
Balıklarını
aldı sepetine özenle yerleştirdi. Kamp ateşini söndürdü iyice. Toprağı eski
haline getirdi. Dikkat etti karınca yuvalarına. Nasıl aldıysa öyle
bırakmalıydı, yerli yerinde kalmalıydı ne var ne yoksa. Babası Sorkan iyi bir
avcıydı, daha altı yaşında oğlu Feyzan’ı yanına alıp çıkardı ava. Bildiği
herşeyi öğretmişti büyük oğluna. Babasından mirastı bu düzen, bu sevda ona da.
Bir de belinden hiç ayırmadığı bıçağı…
Feride daha
fazla üşümek istemedi. Zaten dudakları mosmor olmuştu, güneş ne kadar ısıtsa da
su soğuktu sabahın bu vaktinde. Döndü baktı Feyzan’a… Bir de ne görsün, Feyzan
toplanmış gidiyor! Bütün plan suya düşüyor. Oysa o küçük aklından neler neler
geçirmişti. Feyzan’ın kendisini izlediğinden o kadar emindi ki. Hayalleri bir
anda yıkıldı gitti. Bir şeyler yapmalıydı. Durdurmalıydı onu. Çırpınmaya
başladı sözde. İyi bir yüzücüydü oysa. Bir taraftan bağırıyordu sesini
duyurmaya. Yardım istiyordu güya.
Feyzan tam
toparlanmıştı ki, duydu Feride’nin sesini. Güneşten hala göremiyordu kim
olduğunu. Gölü dolandı hızlıca, yakınına geldi Feride’nin. Gördü kim olduğunu.
Genç kızın çıplak vücudunu güneşin altında. Sırtını döndü hızlıca, bağırdı
Feride’ye…” Ne oldu, nen var”?
“ Ayağım”
dedi Feride, bir şey battı her halde yüzemiyorum kıyıya.” Diye yalan söyledi.
Feyzan, yere
bıraktı elindekileri. Paçalarını sıyırdı yukarı, ayakkabılarını çıkardı. Ve
göle doğru yürüdü.
3. Bölümün Sonu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder