Karne almaya
ramak kaldığı günlerdendi, benden iki yaş küçük erkek kardeşimle okuldan eve
dönerken, annemin sabahleyin bize hazırladığı kumanyayı yemek için, evimizin
yolunun üstündeki çocuk parkında oturduk, beyaz peynirli, domatesli
ekmeklerimizi yemeğe koyulduk. Parkın hemen yakınındaki inşaattan gelen matkap
gürültülerine parkta oynayan çocukların neşesi karışıyordu. Ta ki o çığlık
duyulana dek. “Düştü, adam düştü” diye bağırıyordu biri hararetle. Matkap sesi
sustu ilk önce, çocuklar sustu sonra, balkonunda halı döven teyzenin sopası
sustu. İşçiler koşturmaya başladılar, kardeşim endişeli baktı bana. Ben ona
baktım şaşkınca, korkudan gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Yarısı yenmiş ekmeği
elinde duruyordu hala...
"Sen burada otur ben gidip bir bakayım, dedim."
"Abla gitme ne olur." dedi.
"Belki bir faydam olur Emre, ben hemen bakıp
geleceğim". dedim.
"Ablaaaaa! diye bağırdığını işitirken arkamdan,
koşarak inşaata girmek istedim. Ustabaşı,
"Nereye çocuk, dur bakalım! Deyip durdurdu beni,
tuttu kolumdan usulca..."
"Ben ilk yardım dersi aldım amca, dedim
ivecenlikle. Bir faydam olur belki diye geldim..."
Şaşkın
bakışlarından kaçıp, sol tarafı kanlar içinde sedyede yatan işçiye doğru
koştum. Sol kolunda derin bir yara vardı, kanıyordu ve hemen durdurulması
gerekiyordu. Ambulans gelene kadar bir şeyler yapmalıydım. Hemen temiz bir bez
istedim, yarayı sıkıca sardım ve düğüm attım. Sonra da üzerine küçük bir
sopayla bastırıp yeniden sardım. Kanama durdu kısa bir süreliğine. Tıpkı
öğretmenimden öğrendiğim gibi, üstüne tekrar bir bez sardım. Saati sordum ve
sağ tarafındaki avucuna bu saati kalemle yazdım. O kadar hızlı olmuştu ki her
şey ben bile şaşkın bakakaldım kendi halime. Üstüm başım, her yerim kan
içindeydi. Ustabaşı yanıma geldi, alnımdan öptü beni.
Hızır gibi yetiştin be çocuk, dedi.
Ambulans geldi,
beyaz önlüklü hemşireler indiler. Yaralının halini görünce,
Bu turnikeyi kim uyguladı? Dedi beyaz kepli
hemşire. Ustabaşı beni gösterdi.
"Evet. Öğretmenimiz ilk yardım dersinde öğretti,
dedim.
İşte o gün, o
anda karar vermiştim, büyüyünce hemşire olacaktım. Zaten öğretmenim de elimin
çok yatkın olduğunu söylemişti, ilk yardım derslerinde yaptığım uygulamaları
görünce...
İnsanın hayatı
bazen tek bir olayla değişiverir, kader tek bir anla seni yol ayrımına getirip
bırakıverir. O gün eve döndüğümde kan içindeki mavi okul önlüğümü anneme
göstermeden kendim yıkamıştım. Annem ve babam dokuma fabrikasında işçi olarak
çalışıyorlardı. Tek amaçları kardeşimi ve beni okutmak, kendi mavi
önlüklerinden bizleri kurtarmaktı. Şaka yapardı bazen babam, “bak bizde okula gidiyoruz”
derdi kendi işçi önlüğünü göstererek. Oysaki hiç şikâyet etmediği halde
okuyamamış olmaktan gizli gizli üzüntü duyduğunu bilirdim. Hemşire olursam
beyaz önlük giyerim dedim kendi kendime. Beyaz kep takarım, ben annem ve babam
gibi işçi olmayacağım…
Fabrikanın
çalışma koşulları çok ağırdı. Üç vardiya çalışıyorlardı. Annem ve babam iplik
bölümündeydiler. İşi öğrenip dokuma tezgâhlarına geçmek istiyorlardı. Orada
çalışanlar biraz daha iyi maaş alıyorlardı. “ Dokumacılık iplikçilikten evladır
“ derdi babam. Dokumacı olamadan daha fabrikada grev patlak verdi bir gün. Yaz
tatili gelmişti. Evdeydik kardeşimle biz. İki ay maaş alamadan öylece bekledi
babam. Annemi işten çıkarttı patron. Çünkü ne sigortası ne de sendikası vardı.
Evlere temizliğe gitmeye başlamıştı. Karnımızı zor doyuruyorduk aldığı üç beş
kuruşla. Fabrikada giydiği mavi önlüğünü, zengin evlerinde temizlik yaparken
giyiyordu annem artık...
Annemin işe
gittiği bir gün babama yemek götürmeye gittik kardeşimle. Sefer tasındaki kuru fasulyeyi
dökmeden götüreyim diye, yol boyunca sağ kolumu hiç sallamamıştım. Sol elimle
kardeşimi sıkı sıkıya kavramıştım. Babamın mavi işçi gömleği yoktu nedense
üzerinde. “Grev Gözcüsü” yazan bir başka mavi gömlek vardı. Bu sefer başında
mavi bir kasket, “ Bu İş Yerinde Grev Vardır” yazan mavi bir pankart
ellerinde…
Yaşamak şakaya
gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksınbir sincap gibi mesela,yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Hadi oku kızım, dedi gururla… Okudum ilk defa
hayatımda, Nazım Hikmet’in şiirini…yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yani ağır bastığından.
Bir sebze sandığının
üzerinde bu şiiri okuyordu babam. Benim babam, ilkokulu zor bitirmiş gazete
bile okumayan babam… Ezberinden şiir okuyordu… Beni gördü, elimdeki sefer
tasını ve kardeşimin elini nasıl sıkı sıkı tuttuğumu gördü. Gözleri doldu. Sesi
çatladı. İndi sandıktan. Yanıma geldi. İki koluyla sarıldı bize…
Bir alkış
koptu, neye uğradığımızı bilemedik. Bütün işçiler bize gülen gözlerle
bakıyorlardı. Sefer tasını aldı elimden babam. Bir kâğıt tutuşturdu elime,
sonra demin indiği sandığa çıkarttı beni. “ Oku” dedi bana. İşçiler bana
bakıyordu, babam bana bakıyordu.
Yaşamayı
ciddiye alacaksın,
Yani, öylesine
ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Fonda kaset
çalıyordu, uzaktan geliyordu müziğin sesi…
Elim sanata düşer
usta yürek acıya,
Ölüm hep bana
bana mı, bana mı düşer usta,
Ölüm hep bana
bana mı, bana mı düşer usta…
Otuz altı
yaşındayım artık, mavi hayallerimden çok uzakta bir hastanede gece
nöbetindeyim. Silah sesleri geliyor. Sınıra çok yakın bir yerdeyiz. Savaşın
ortasında, patlayan bombalardan kopan çocuk kollarını yerlerine dikmeye
çalışıyoruz. Hemşire oldum, babama söz verdiğim gibi. Oku demişti, okudum. İşçi
olmadım onlar gibi…
Ama giyemedim
beyaz önlüğü, beyaz kep takamadım maalesef. Kaldırmışlar ben okurken
üniversitede ne yazık ki…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder