Seninle tanıştığımız gün dün gibi aklımda. Üniversite sıralarında
oturduğumuz ilk yıldı daha. Kimsenin kimseyi tanımadığı, selam vermeyi bile
akıl etmediği çömez yıllardı… Biraz endişeli, çokça umutlu ama hep bir mahzundu
arkadaşlıklar. Büyük bir sınavdı sözde kazandığımız, öyle ya kaç kişi girmeyi
başarmıştı benim lisemden, ya seninkinden? Bizden yaşça büyüklerin “ya
üniversiteye gidersin ya Enver Usta’ya” diye gözümüzü korkutmalarından kurtulmuştuk
kurtulmasına ama keşke her şey kolay olsaydı bundan sonra…
Gönlümdeki o koca üniversite kapısından girememiştim içeriye, hevesim
kursağımda kalmıştı, olsundu... O şanlı meydanda, üzerinde 1453 yazan bina
bizden uzak olsa da, bir otobüslük mesafedeydi. Derslerden sonra kapısında alıyordum soluğu... Hayallerimin yitmesine direniyordum ara sıra yemek
hanesinde kaçamak yediğimiz öğle yemekleriyle... İşte bu
yüzden, her ders çıkışında kendimizi bulurduk Beyazıt Meydanında. Çınar altının
serinliğinde, kurardık mavi hayallerimizi bir simit ve bir bardak çayın eşliğinde. Meteliksizlik bükmezdi boynumuzu, öğrenmiştik aklımızı kullanmayı… Sırası
gelen tek bir çay isterdi çaycı her uğradığında. Sırayla içerdik çayı, masada tek çay bardağı, simidi ise bölüşerek yerdik. Bilirdi de ses etmezdi çaycı, gülümserdi... Bizim yaşlarımızdaydı, biz okurken o bize çay satardı. Ders kitaplarımız önümüzde açık, sınavlara çalışırdık. Mutluyduk çok, simidimizi paylaştığımız güvercinler kadar, kanatlanır uçardık bilinmeze…
Peri masallarında
gezinen gülüşmelerimizle başımızda esen gençlik yeline kapılmıştık. Sevgimize
katık ederdik neşemizi, yüreğimizin bir yanında ışıldayan
sevincimizle sarılırdık birbirimize.
Hüzün bulutları ne zaman gelip çökse çocuk
omuzlarımıza,“ Küçük küçük sevinçler” bulurduk. Parlak fikirlerimiz umut katardı toy hayatlarımıza, izlediğimiz tiyatro oyununun replikleri arasında…
“Bir zamanlar yüreğim
Sonsuz bir sevinçle çarparken
Deli gibi…
Ne hayaller kurardım
Ne hayaller kurardım
Dolaşırdım bulutlarla birlikte
Konuşurdum dünyanın gözleriyle
Bitmez tükenmez sanırdım sevgilerim!
Avuçlarımdaydı dünya!
Avuçlarımdaydı dünya! *
Işıl Özgentürk’ün yazdığı Küçük Sevinçler Bulmalıyım Oyununa hep birlikte gittikten
sonra, ‘ avuçlarımızın arasındaydı artık bizim olan dünya’…
Karlı, fırtınalı bir Şubat ayıydı 1983’tü yılı... Tiyatro oyunun biletleri o
gün bende saklıydı. Zar zor edinebilmiştik zaten biletleri. Kardan göz gözü
görmez bir İstanbul sabahına uyandığımızda, Kocasinan’dan Cağaloğlu’na gitmem kuvvetle
gerekliydi. Arkadaşlarla buluşacaktım. Oradan Taksime, İstiklal caddesine
geçecektik, Dostlar Tiyatrosuna… Evden izin almam ne mümkündü! Ben gideceğim
diye ayak diretince, annem dayanamayıp inadıma, benimle gelmişti Cağaloğlu’na;
hiçbir arkadaşımın gelmeyeceğine duyduğu derin inançla… Yazko’nun kafesinde
buluşacaktık. Zorlu yolculuğun sonunda kafeye vardığımızda bir sen eksiktin.
Üzülmüştüm göremeyince seni. En çok sen istiyordun oyunu seyretmeyi… Gebze’den
gelen arkadaşıma şaşırıp kalmışken annem, üstün başın bembeyaz içeriye girdin…
Küçükbakkalköy’den yetişmiştin, sabahın erken saatlerinde yola çıkan sen…
Susmuştu annem. Arkadaşlığımızdan çok etkilenmişti, karışmadı bir daha da
zaten…
“Yürek usulca pas tutar / Gelip geçerken günler / Sevgi uçup gider /
Güneş ısıtmaz
Yürek usulca pas tutar / Terlemez avuçların / Düşsüz uykular başlar /
Şaşmayı unutursun
Yürek usulca pas tutar / Fark etmez geçmiş gelecek / Fark etmez akla
kara / Fark etmez doğru yanlış
Yürek usulca pas tutar”
Deniz Türkali bu şarkıyla girmişti sahneye… Sonrasında hepimizi alıp götüren
müthiş bir serüvene… Tek başına bir kabareydi oynadığı, salon adeta onunla bir
bütün olmaya başlamıştı… Canlandırdığı karakterlerle genç ruhumuzu eline
almış, yaşayacaklarımızı bilir gibi, önceden haber verir gibi, bir anne
şefkatiyle sarsmıştı bizi…
Oyun çıkışı konuşmadık hiç. Herkes kendi payına düşeni kapmış, kendi
derinliğine dalmıştı… Okulda görüşmek üzere ayrıldık… Ama ‘küçük sevinçleri ‘
ruhumuza kazıdık…
Üniversite hayatımız boyunca bir ritüel olmuştu sanki, hemen her gün ders
çıkışı önce Beyazıt Çınar Altı, sonrası işte…
Sonrası, Beyazıt üzerinden yürüyerek inilen Cağaloğlu...Çoğu kere uğranılan
yol üstündeki Çorlu’lu Ali Medresesi… Nargile içenlere takılmadan, bir tanıdık
var mı diye bakılıp etrafa, varsa yoksa Divan Yolundan sapardık Bab-ı Ali
yokuşuna… Kitapçıları dolanırdık sırayla, almak maksadıyla değil a, nerde
bizde her daim o para… Cem, Yazko ve Say’dan dosdoğru aşağıya, istikamet köprü
altına…
“Gördüm!
Kaçıverdi avuçlarımdan dünya
Sevgilerim çolak çöllerde kayboldu
Gözyaşları ve acınası bir yüz kaldı
Bana…
Şimdi küçük sevinçler bulmalıyım…”
Sanırlar ki bira içilir köprü altında yalnızca, biz kahve içmeye giderdik
seninle, dostça… Dört senede müdavimi olmuştuk kahvehanenin, tiryakilik
haddinde severdik köpüklü kahveyi ve yaşlı köprü altını…Müdavim balıkçılar birkaç gün
uğramadık mı merak ederlerdi bizi. Anlatırdık inceden, vizeler, finaller,
gelemedik filan… Sonra bir gün gerçekten Final dediler… Mezun oldunuz dediler.
Bitti bütün bu işkenceler…
Anlayamamışız meğer, gerçek işkencenin ne olduğunu o vakitler… Sahi seninle
görüşmeyeli kaç sene oldu?
Birkaç kere aradık birbirimizi telefonla, yüz yüze bir iki sohbet ya
sonrasında…
Dostluk ölünceye kadar demiştik, birbirimize doğduğumuz aynı günde hediyeler
vermiştik… Köprü altı yok artık, izi bile kalmadı, resmini bulmak hiç kolay
olmadı. Senden bir fotoğraf var elimde, köprü altında çekilmiş olan… Bir de
kaset hani bana aldığın doğum günümüzde… Bir de söylediğin şarkı kulağımda
kalan… "Beni yaktın aykız aykız ateşe..."
Çok yakın savaş tehlikesi,
Biliyorum gülmüyor çocuklar,
Ancak yine de bulunabilir,
Bir cümle
Bir İnsan
Bir dost sıcaklığı
Bir çocuk gülümsemesi gibi
Küçük sevinçler bulmalıyım…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder