" Ben
âşık doğdum,
Biraz da sarhoş...
Hiç bir zaman az sevmeyi bilmedim.
Hiçbir zaman da düzenli kontrollü olamadım.
Ruhumda bir çılgınlık vardı.
Özgürlük vardı.
Hataları yargılamadım.
Çünkü her an bende aynı hatayı yapabilirim diye düşündüm.
Ben sevmeye aşığım sevdikçe çoğalıyorum..."
Cavit ÇAĞ
“ Beni
sevmeyin, beni yaratan Allah’ı sevin “demiştiniz. “ Ben bir aynayım, bana bakan
kendini görür yalnızca.”
Hiç
beklenmedik bir anda, birdenbire, öylesine doğal dilinizden dökülüveren bu
kelimelerle, gözlerimi dikip gözlerinize, nasıl bir anlam vereceğimi bilemeden,
yapışmıştım oturduğum sandalyeye…
Bir insanın
benliğinden bu derece vazgeçişine duyduğum şaşkınlıkla, hayran bakakalmıştım
karşınızda… Suspus olmuş, durulmuş, kurulu bir saat gibi uymuştum sizin
gizemli, dingin dünyanıza, bir parçanız olmuştum adeta, bundan böyle yaşanacak
olan bütün anılarımızla sağ yanınızda…
Doğum
günümdü o gün, bilmiyordunuz. Muzip bir şekilde fısıldamıştım size.
“ Bugün
benim doğum günüm biliyor musunuz?“
Yüzünüzde
zeki bir gülümseme ile aniden ayağa kalkmıştınız. "En sevdiğim şiirlerden
biridir” diyerek ivedilikle bana bir kağıt uzatmıştınız.
“Okumuş muydunuz?” diye de eklemiştiniz.
Hayır,
okumamıştım ne şiiri, ne de şairin şiirlerini.
‘Tek Hece’ idi adı şiirin… Cemal
Safi’nin bilmecesiydi… Bilenlere sözü yoktu şairin ama bilmeyenlerin hali
baştan başa haraptı, öyle anlatıyordu aşkı, ondan sonrası
ab u hayattı…
Doğum günü
hediyesi almayacaktım bir daha sizden, ilk ve son olacaktı bu… Sonu ta
öncesinden bilinen…
Soluk
benizli çocuklar gibi açlıktan ölüyordum sizi tanıdığımda. Sevgisizlik
denizinin orta yerinde, ejderhaların önündeki yem kutusunun içinde, bir kurt
kapanında sıkışıp kalmıştım. Kıyıya çıkma umudumu yitirmeden, hiç durmadan yüzüyordum
nereye gittiğimi bilmeden. Özümü gören olmamıştı, yüreğimi bilen çıkmamıştı.
Varlığımın siluetine tırmananlar duymamıştı iç sesimi. Perdelerin kıvrımlarında
saklıyordum içimdeki çiçekleri. Kelimelerin gücüne dayanamadan daha, sessiz köşe
başlarında, yitirdiklerimin ardından yaktığım ağıtlarla, topukluyordum
kaldırımları... En çok da erişemediğim kendim için sızlanıp duruyordum bir
kenarda. Çocuk yüreğime vurulan ketlere, ezilen sevincime, hayatın acımasızlığı
karşısındaki çaresizliğime ağlamaklı gözlerle bakıyordum... Yüzüme vuruyordu
çıplak gerçeklerini hayat, indiriyordu en ağır darbelerini hiç durmadan.
Kendimden kaçamadan, yakalıyordu bir çırpıda beni. Yüklüyordu cılız omuzlarıma
taşıyamadığım yüklerini… Acz ile altında kalıyordum, hamalıydım kendi günahlarımın…
Acıyordum kendime, öğrenilmiş çaresizliğimle kapıp koy vermiştim işte, ne
olacaksa olsundu bir an önce…
Oysa sevmek
için gelmiştim dünyaya, daha yolun en başında… Her şeyin çok güzel olacağına
duyduğum o güçlü inançla geçmiştim bütün yolları. “Bir insanı sevmekle
başlayacaktı her şey” . Yaşama sevincimi katık edip ekmeğime, sol
yanımdaki sevgi dolu heybem ile, umutla atıyordum adımlarımı... Kalemim ve
kitaplarımla, kulağımda çınlayan adlarını bilmediğim notalarımla, hiç de yalnız
değildim bu yolda. Bolluk ve bereket yüklüydü heybem, isteyene vermeden
geçmezdim gülümsememi, diz boyu hırçın sularda ara sıra kaybolsam da, hüznümün
tınısıyla çıkardı sadrımdan neşem...
Ama artık
yorgundum, şu koca, şu yalan dünya kadar pisliğin içinde boğulmuştum. İçi
boşalmış ceviz tanesi gibi onu yiyen kurduna âşık, kurumuş bir kabuktum…
Hiç umudumun
kalmadığı bir anda;
“
Sevmek mi daha güzel yoksa sevilmek mi?” demiştiniz olanca çocuksu coşkunuzla
bana… Yılların sevgi açlığıyla bir çırpıda cevap vermiştim. “ sevilmek güzel” .
Siz ise bütün nezaketinizle düzeltmiştiniz beni“ Sevilmek güzel elbet”
gözlerinizi dikip gözlerime “ Ama sevmek daha güzel" demiştiniz…
“ Bir
insanı sevmekle başlayacak mıydı her şey?”
“Cennet
burası gibi bir yer olmalı” demiştiniz başka bir gün. Ve eklemiştiniz “ İnsanın
sevdikleri nerede ise cennet de orası olmalı…”
Cennet ve
ben, mümkün müydü gerçekten? Korkmuştum hem de çok, cennetinizdeymişim gibi
hissetmekten. İşte o anda anlamıştım gerçek cennetin bu olmadığını. Kulağıma
fısıldamıştı biri; cennet bu dünyada bulacağımız bir yer değildi ki... Hele de
bu kadar kolay elde edilecek bir şey hiç değildi. Biliyorum kursağımda
kalacaktı sevincim. Ömrümce beklediğim vaha karşımdaydı, susuzluktan öleceğimi
bilsem de uzatamazdım elimi... Bu sahranın ortasındaki bir seraptı, gözlerimi
açtığımda kaybolacaktı…
Sevginizin
yumuşaklığında acılarım dinlenmiş, tuz bastığım yaralarım iyileşmişti.
Korunmasız çocuk ruhum, tomurcuk vermeye meyilli dallarımla, sizden aldığım gün
ışığıyla, dikildiğim toprağımı çok sevmişti. Gençtim artık, hiç olmadığım
kadar. Bir fidandım ikinci bir hayatı hak eden. Sulanmaya muhtaç
sürgünlerim, gözlerinizden damla damla köklerime inen sevginizle büyüyorlardı… Değil yedi veren ormanlarını, bütün kâinatı aşkla kucaklıyorlardı…
Aşkın ateşi,
mavisinde saklıydı. İlk kıvılcım anının masumiyetine gizlenmiş, itiraf edilemez
bir sırdı o. Dile geldiğinde sönen, yerin yedi kat dibinden yükselen, yarin
yangın yeri gönlüne sığmayacak bir volkandı. Aşıka şerefle sunulmuş alevden bir
toptu, avucunda tuttuğun müddetçe senindi. Seninle başlayıp, seninle bitendi...
Leyla’ya
sormuşlar, “Sen mi daha çok sevdin yoksa Mecnun mu?” diye. Hiç tereddütsüz
cevap vermiş Leyla, “ Tabi ki ben “demiş. “ Ama nasıl olur?” demişler , “
Mecnun senin için adından, aklından vazgeçti, benliğini bırakıp çöllere düştü,
varlığından oldu ”
Leyla,
mütebessim bir hal ile cevap vermiş onlara “ Olsun!" demiş." O
aşkımızı ifşa etti, kurda, kuşa, taşa, toprağa, suya, çöle söyledi… Ben ise sır
olarak gönlümde sakladım. Bu yüzden ben daha çok sevdim.”
Bir gün, bu
hikayeyi anlattığımda, her zaman yaptığınız gibi başınızı önünüze eğip suskun
kalmıştınız. Ne demek istediğimi çok iyi anlamıştınız.
Güneşe aşık
bir kardelen varmış. Kışın soğuğunda, toprağın altında, hep içinden dua
edermiş, hiç görmediği ama aşık olduğu gün ışığını bir kez olsun görebilmek
için. Melekler dayanamamışlar kardelenin yalvarmasına ve anlatmışlar isteğini
tanrısına. Tanrı kabul etmiş kardelenin duasını. Baharın ilk günü için izin
vermiş kardelenin topraktan çıkmasına. Melekler haber vermişler müjdeyi
kardelene. Sabırla bekleyen kardelen, karlar erimeye başladığında topraktan
uzatmış mavi bakışlarını. Güneşi gördüğü ilk anda kör olmuş nazik yaprakları,
solmuş maşuğunun ışığında, vermiş son nefesini gün ışığının altında...
Aşık, yok olunca aşk yolunda aşkı uğruna, başlarmış yaşamaya
maşuk'unda...
Mavi Lavların Sırrıdır Aşk…
Yeryüzündeki
volkanik dağlar gizli aşıklardır. Kimse bilmez bu gerçeği. Ses etmezler,
yüzlerce yıldır susarlar, kendi ateşlerinde boyuna yanar dururlar. Yer
üstünde yaşayanlar bastıkları toprağın altındaki olan biteni umursamazlar.
Tırmanırlar üzerine, seyre dalarlar manzaranın güzelliğine ama ne çektiğini
bilmezler dağların. Taş zannederler onları, toprağın altındaki canları,
göremez vicdanları...
Oysa ki
dağlar, Ferhat'ın deldiği aşk ile çağlar. Bağrından akan pırıl pırıl sular,
aşkın safiyetindendir... Duyduğunuz yankılar aşkın türküsüdür, yediğiniz
yemişler aşıkın kanıyla sulanmıştır, işte bu yüzden çok tatlıdır. İçtiğiniz
billur su, durudur, arıdır, diridir, ölüyü diriltir...
"Aşk
yoluna düşenlerin diri olmaları gerek. Ölü aşık olabilir mi? Diri olan kimdir
biliyor musun? Aşktan doğan kişi. Aşıklar ölmez." (1) demiştir Aşkın
Piri...
Volkan
patladığında ateş kusar ağzından, suskunluğunu bozar, püskürttükçe lavları
boşaltır içindekileri... Yakar önüne geleni, yeryüzü olur mahşer yeri... Sonra
diner öfkesi, bakar etrafına kalmamış tek bir canlı izi... Yalnızlığında döner
onun da çilesi...
Artık mavi
lavlarından geriye kalan, kararmış bir volkanın iniltilerinde son bulmuş
simsiyah bir sahildir. Mavi okyanus boylu boyunca uzanmış yanında onu
seyretmektedir. Sevdiceğine uzaktan bakanların aşkı ile kumları dalgalarıyla
dövmektedir...
Basıyorum
artık o siyah kumlara, üzerinde yürüyorum çıplak ayaklarımla… Öyle ürkütücü,
öyle ıssız ki serinliği bile kalmamış avuçlarımda. Simsiyah kumlarından
yaptığım kumdan kalemde yaşıyorum, Rapunzel gibi uzun saçlarımı sarkıtıyorum,
bir masal kahramanını oynuyorum kendi hayal dünyamda. Biliyorum ki kimse giremeyecek
bir daha, sırça camdan yapılmış gönlümün sırlarına... Çeviriyorum gözlerimi
masmavi okyanusa...
Bağışlamak,
bize bağışlanan hayatın can damarıdır. Kusur, kusuru görenlerin
gözlerinden nazar ederek senin baktığındır. Günahlar, utandığın kendini
af ettiğinde özgürce uçup gittiğin kendi kanatlarındır…
(1)
"Mevlana Celaletin-i Rumi / Divan-ı Kebir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder